
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne yönelik başlatılan mali dosya ve Gezi Parkı soruşturmaları kapsamında pek çok isim tutuklanarak Silivri Cezaevi’ne götürüldü. Sanatçı Zülfü Livaneli, Gazete Oksijen’deki köşe yazısında söz konusu cezaevine yaptığı ziyareti kaleme aldı.
İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu, Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ, Menajer Ayşe Barım, Yazar Mehmet Ali Çalışkan, Beşiktaş Belediye Başkanı Rıza Akpolat, Şehir Planlamacısı Tayfun Kahraman, İstanbul Planlama Ajansı Başkanı Buğra Gökce, Beylikdüzü Belediye Başkanı Murat Çalık, Gezi davası hükümlüsü Can Atalay, Şişli Belediye Başkanı Resul Emrah Şahan, Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer ve Osman Kavala ile görüşmesini kaleme alan Livaneli, şunları kaydetti:
“Silivri uzak, Silivri soğuk, Silivri herkesin dilinde, Silivri yüksek duvarların arkasında bilinmez bir diyar. Kim bilir nasıl göreceğiz içerideki dostları… Üzgün mü, moralsiz mi yoksa dirençli mi? Mapus çok şey öğretir insana. Ya direncini tamamen kırar, kendine duyduğu güveni sıfıra düşürür ya da seni daha olgun, daha dirençli biri haline getirir ama her iki durumda da eski sen olmaktan çıkarsın
Eski adıyla Selymbria’ya gidiyoruz; Bizans döneminde Silivri’ye böyle deniyormuş. 1346 yılında Orhan Gazi, Bizans İmparatoru’nun damadı oldu burada yapılan düğünle. Kantakuzenos’un dillere destan güzellikteki kızı Theodora’yla evlendi. Bu düğün gece gündüz süren şenliklerle kutsandı.
Ama şimdi biz bir şenliğe değil, cezaevine gidiyoruz. O meşhur Silivri’ye.
Silivri uzak, Silivri soğuk, Silivri herkesin dilinde, Silivri yüksek duvarların arkasında bilinmez bir diyar. Franz Kafka’nın Ceza Sömürgesi geliyor insanın aklına.
Sevgili kardeşim Necati Yağcı’yla yola düştüğümüzden beri içimiz buruk. Kim bilir nasıl göreceğiz içerideki dostları… Üzgün mü, moralsiz mi yoksa dirençli mi? Mapus çok şey öğretir insana. Ya direncini tamamen kırar, kendine duyduğu güveni sıfıra düşürür ya da seni daha olgun, daha dirençli biri haline getirir ama her iki durumda da eski sen olmaktan çıkarsın.
Silivri Cezaevi denilince bir bina gelmesin aklınıza. Kale duvarlarıyla çevrili bir kasaba gibi. 35 binden fazla tutuklu ve hükümlü kalıyor burada. Bir de infaz memurlarını, jandarmaları, yemek, temizlik, ulaşım vs. gibi lojistik gereksinimlerde çalışanları katın, karşınıza dev bir nüfus çıkıyor.
En dışta jandarma güvenliği var. İlk kontrol orada yapılıyor. Sonra arabayla içerilere ilerliyorsunuz. Başka bir binada Adalet Bakanlığı’ndan verilen izne göre kimlikleriniz inceleniyor, gözlerinizin fotoğrafı çekiliyor.
Oradan yine arabayla başka bir binaya gidiyorsunuz. Bekliyorsunuz, bekliyorsunuz; çünkü içeriye girebilmeniz için daha önce gelen ziyaretçilerin teker teker çıkması gerekiyor.
Getirdiğimiz kitaplar ve kimin adına geldikleri teker teker kaydediliyor ve infaz memurlarına veriliyor. Bir memur arkadaş kitap isimlerini alışkın bir tavırla yazarken ‘Zaten sizin kitaplardan çok geliyor buraya’ diyor.
‘Yarın dağıtırız bunları.’
Sonra retina kontrolünden geçiyoruz. Hassas cihazlardan geçerken hiçbir şey ötmüyor. Çünkü daha önce giden ziyaretçi arkadaşlar sıkıca tembihlemiş bizi. Ne kemer var üstümüzde, ne saat, ne yüzük.
Pantolonlardaki düğme bile ötüyormuş. Ayakkabılarımızı çıkarıp banda koyuyoruz.
Nihayet içerideyiz. Bizi önce küçük bir odaya alıyorlar. Bekliyoruz. Kimi göreceğimizi bilmiyoruz.
Derken karşıdaki kapı açılıyor ve Mehmet Ali Çalışkan giriyor içeriye. ‘Burada tanışmak nasipmiş’ diyor.
Sarılıyoruz. Gayet rahat bir tavırla ve akademisyen soğukkanlılığı içinde tahliller yapıyor. Foucault’nun Hapishanenin Doğuşu’ndan konuşuyoruz. Entelektüel her şartta entelektüel işte.
Bu görüşmeden sonra infaz memurları geliyor, Necati’yle beni daha geniş bir odaya alıyorlar. Salon gibi. (Bu arada ilk noktadan başlayarak bütün görevlilerin son derece nazik davrandığını belirtmeliyim.)
Koridordan geçerken camlı bir bölmede Ayşe Barım’ı görüyorum. Sarılıyoruz ve gözyaşlarının fışkırmasına engel olamıyor. İçi dolu. Ortak dostlarımıza selam söylüyor.
Öteki salona alınıyoruz. Bu da diğer oda gibi iki kapılı. Aşık Veysel geliyor aklımıza. Bekliyoruz.
Karşımızdaki kapıdan kimin gireceğini bilemeden bekliyoruz. Bir süre sonra kapı açılıyor ve Tayfun Kahraman giriyor içeri. Zaten ince yapılı ve duyarlılığı, yüzüne, haline hareketine yansıyan bir arkadaşımız.
Üç yıllık hücre onu daha da yormuş gibi. Dertleşiyoruz, dışarıda büyüyen kızı Vera’dan söz ederken gözleri buğulanıyor. Kendime dikkat ediyorum, burada geçen yılları Vera için ömrüme ekleyeceğim diyor.
Bir gün önceki Silivri depreminde çok sallanmışlar. Hücreleri 15 metrekare, her hücrenin 22 metrekarelik bir avlusu var. Gündüzleri oraya çıkabiliyorlar ama depremde o yüksek duvarların dibinde olmak da güvenli değil. Kapılar ise kilitli.
Sonra Rıza Akpolat giriyor o kapıdan. Saçları ve sakalları uzadığı için daha da genç görünüyor ve neşesinden bir şey kaybetmemiş.
O çıktıktan sonra yine kimin geleceğini bilmeden bekliyoruz. Gelenler de kiminle karşılaşacaklarını bilmiyorlar. Hani televizyonlarda araya paravan konulan tanıştırma programları olur ya; sanki onun gibi bir oyunun içindeyiz.
Kapıdan Buğra Gökce giriyor ve her gelen kişide olduğu gibi o da biz de şaşkınlıkla ‘Ooooo!’ deyip sarılıyoruz. Buğra Gökce son derece dirençli, enerjik; siyasette olup bitenlerle ilgili yetkin tahliller yapıyor.
Murat Çalık sanki başkanlığa devam ediyormuş gibi. Son derece sakin ve kendinden emin konuşuyor.
Heyecanların en yoğunu Can Atalay gelince yaşanıyor. Samimiyetini, duygularını güçlü biçimde ortaya koyuyor. Çocukluğunda albümü nasıl ezberlediğinden başlayıp, hayata, sanata, dostluğa dair ne varsa o dar zamana sıkıştırmaya çalışıyor. Coşkulu, özverili, tertemiz bir insan.
Koridorda İmamoğlu ailesini görüyoruz: Dilek, Selim, Semih ve Beren. Biraz konuşup hasret gideriyoruz.
Kimse kimseye ‘Nasılsın’ diye soramıyor. Bu klişe söz ortadan kalkıyor bu durumda. Herkesin nasıl olduğu uykusuz gözlerden, yüzlerdeki derin hüzünden belli.
Necati’yle beni başka bir görüş odasına alıyorlar. Ekrem İmamoğlu orada. Üzerinde temiz ütülü beyaz gömleği ve bir yelek var. Konuşurken bir ara, hücresindeki televizyonda avukatının avukatının da gözaltına alındığını görünce farkında olmadan gömleğinin kollarını sıvamaya başladığını anlatıyor ve anlatırken de refleks olarak aynı hareketi tekrarlıyor. Hep beraber gülümsüyoruz, güncel gelişmelerden söz ediyoruz.
Son derece enerjik, morali yüksek. Ziyaret kısa sürüyor çünkü aile bekliyor, onların dışında da görüşmek isteyen çok kişi var.
Yine daha önceki odaya gidip, kapının arkasından kimin çıkacağını bekliyoruz.
İçerdekiler birbirini görmüyor, koridorlarda da karşılaşmıyorlar. Ziyaretçileri ve avukatları dışında mutlak bir yalnızlık içindeler. Elektrik paralarını kendileri ödüyorlar ve yine kendi paralarıyla televizyon alabiliyorlar.
Gündüzleri küçük avlularına çıkabiliyorlar ama hava karardıktan sonra buna izin verilmiyor. Saat 17’ye kadar ziyaretçi kabul ediyor, bu saatten sonra da avukatları ile görüşebiliyorlar. Tabii hepsi ziyaretçi odalarında. Hücrelere kimse giremiyor. Saat 12’de kahvaltı ve öğle yemeği birlikte, saat 4’te de akşam yemeği veriliyor. (Bu arada bizim götürdüğümüz çerezlere izin verilmediğini belirteyim.)
Biraz sonra karşıdaki kapı açılıyor ve Resul Emrah Şahan giriyor. O da dirençli ve iyi. Bir sohbet daha. Sanki hapishanede değil de bir kahvehanede gibiyiz.
Daha sonra Ahmet Özer geliyor. Ahmet Hoca iyice rahat ve güvenli. Ziyaret ettiklerimizin büyük bir kısmı gibi onu da ilk kez burada görüyorum. Barış iradesine sahip bir bilim insanı ve siyasetçi olarak dışarıdakilere çözüm dileklerini iletmemizi istiyor.
Ondan sonra odaya, koltuğunun altındaki klasörlerle Ümit Özdağ giriyor ve oturur oturmaz iddianameyi açıp okumaya ve suçlamalara tek tek cevap vermeye başlıyor. İçeride epey zayıflamış.
Saat beşe gelirken görüşmeler hızlanıyor, ben memur arkadaşlara hep Osman Kavala’yı soruyorum.
Hastaneye gitti, gelince görüşürsünüz diyorlar. Sekiz yıldır görmedim Osman’ı. Kim bilir hücrede geçen yıllar nasıl etkiledi onu, nasıl karşılaşacağız? Heyecanlıyım doğrusu.
Kapı açılıyor, Osman giriyor. O da bilmiyor tabii kimin geldiğini. Biraz da şaşkınlık duygusuyla kucaklaşıyoruz. Onu, beklediğimden çok daha iyi buluyorum. Sakalları ağarmış, benim saçlar gibi.
Soğukkanlı, hiçbir yılgınlık belirtisi göstermiyor. Dünyayla yakından ilgili. Filistin’e nasıl yardım edilebileceğini düşünüyor. Bunun yollarını araştırıyor.
Ve dönüş
Akşam Necati’yle kimliklerimizi alıp Silivri’den ayrılırken bir süre ikimiz de konuşamıyoruz. Bir ağırlık çöküyor. Sevgili ve acılı ülkemizin hüznü sarmalıyor bizi.
Her kuşağın payına düşen acıyı çektiği ve bu makus talihin hiç değişmeyeceği gibi bir duygu içindeyken Necati ‘’Farkında mısın, biz onlara değil, onlar bize moral verdiler’’ diyor.
‘’Haklısın’’ diyorum. ‘’Onlar bize moral verdi.’’
Kaynak: ODA TV
Bir yanıt bırakın